GÖRÜNMEZ ZİNCİRLER
AVUCUMUZDAKİ EKRANLAR YENİ EFENDİLERİMİZ Mİ ?
Stj. Psk. Merve Taşbakan
“Hayatımıza önce kolaylık getiren ekranlar, şimdi bize bu hayatı nasıl yaşayacağımızı mı söylüyor?”
Başlangıçta yalnızca bilgiye ulaşmak ya da sevdiklerimizle iletişim kurmak için başvurduğumuz bu araçlar, zamanla günlük hayatımızın, ilişkilerimizin ve hatta benlik algımızın ayrılmaz bir parçası hâline geldi. Bugün sosyal medya platformları yalnızca eğlence ya da paylaşım ortamı değil; aynı zamanda görünür olma, kabul görme, kendini tanıtma ve sosyal normlara uyum sağlama alanları olarak işlev görüyor.
Bu değişim, bireyin sadece davranışlarını değil, iç dünyasını da etkilemeye başladı. Sosyal medyada var olmak, artık sadece bir içerik üretmek ya da fotoğraf paylaşmak anlamına gelmiyor. Hangi gönderiyi beğendiğimiz, ne zaman sessiz kaldığımız, hangi platformda ne kadar vakit geçirdiğimiz bile birer sosyal sinyal haline geldi.
Bu yazıda, dijitalleşen dünyada ekran kullanımının birey üzerindeki psikolojik ve sosyal etkilerini, sosyal psikoloji kuramları ışığında ele alacağız. Benliğin dijital ortamlarda nasıl sunulduğunu, bireyin sosyal onay ihtiyacını nasıl karşıladığını, görünürlük baskısı altında ne tür kıyaslama döngülerine girdiğini, yalnızlıktan kaçarken nasıl daha fazla yalnızlaştığını ve bu döngülerin nasıl görünmez zincirler hâline geldiğini birlikte inceleyeceğiz.
Belki de en önemlisi şu soruyla yola çıkacağız:
Yeni Sosyal Alanların Doğuşu (2000–2010) Dijital Mahallelerden Küresel Sahnelere
Sosyal medya, hayatımıza ilk kez girdiğinde, var olan sosyal bağları dijital ortama taşımayı amaçlıyordu. Facebook’un ilk dönem sloganı olan “Connect with friends” (Arkadaşlarınla bağlantı kur), bu sade amacı oldukça net biçimde yansıtıyordu. İnsanlar, okuldaki, iş yerindeki ya da mahalledeki çevreleriyle dijital ortamda yeniden buluşmanın heyecanını yaşadı. İlk profil fotoğrafları, eski arkadaşların gönderdiği samimi mesajlar, duvar yazıları… Her şey tanıdıktı ve sanki gündelik hayatın dijital bir yansımasıydı.
Ancak bu masum başlangıç, zamanla daha karmaşık bir yapıya evrildi. Sosyal medya artık sadece bir iletişim aracı değil, bireyin benliğini sergilediği ve sosyal normlara göre şekillendirdiği bir alan haline geldi.
Sosyolog ve sosyal psikolog Erving Goffman’ın “Gündelik Yaşamda Benliğin Sunumu” kuramı (The Presentation of Self in Everyday Life, 1959) bu dönüşümü anlamak için güçlü bir çerçeve sunar. Goffman’a göre birey, sosyal ilişkilerde bir “sahne” kurar ve kendini başkalarına belirli bir şekilde sunar (Goffman,1959). Bu sahnede her detay – kıyafet, mimik, ses tonu – izleyiciye yöneliktir. Dijital çağda ise bu sahne,profil sayfaları, hikâyeler, gönderiler ve takipçi sayıları üzerinden kurulmaya başlandı.
Bu süreçle birlikte bireyin hem özel hem de kamusal benliği aynı platformda var olmaya başladı. Örneğin, bir Facebook profili, hem arkadaşlarla yapılan esprilerin hem de potansiyel bir işverenin dikkatini çekebilecek bilgilerin bir arada durduğu bir alan hâline geldi. Böylece kullanıcılar, aynı anda birçok izleyiciye hitap etme baskısı altında davranışlarını düzenlemek zorunda kaldılar.
Bu durum, sosyal psikolog Mark Snyder’ın geliştirdiği “Öz-düzenleme” kuramı (Self-Monitoring, 1974) ile açıklanabilir. Yüksek öz-düzenleyici bireyler, sosyal ortama göre davranışlarını esnek biçimde düzenleme yetisine sahiptir. Ancak bu sürekli uyum hali, uzun vadede bireyin özgünlüğünü ve duygusal otantikliğini zedeleyebilir (Snyder, 1974).
Sosyal medya, bu dönemde sadece bir “iletişim ortamı” olmaktan çıkıp, benliğin şekillendiği ve sergilendiği bir sahneye dönüştü. Artık kim olduğumuzu yalnızca nasıl hissettiğimiz değil, dijital ortamda nasıl göründüğümüz de belirlemeye başladı.
Görünmez Kurallar: Normatif Baskı ve Sessiz Kalmanın Anlamı
Yalnızca bir paylaşım alanı değil aynı zamanda bir davranış alanı haline gelen sosyal medyada bireylerin ne söyledikleri kadar ne söylemedikleri de bir anlam taşır. Bazen bir paylaşım yapmamak, bir gönderiyi beğenmemek ya da sessiz kalmak bile sosyal çevre tarafından bir tutum olarak algılanabilir.
Sosyal psikolojide, bireyin grup normlarına uyma eğilimi “Normatif Sosyal Etki” (Normative Social Influence) olarak adlandırılır. Bu etki, bireyin dışlanmamak, kabul görmek ve sosyal onay almak için grup içindeki davranış kalıplarına uyum sağlamasıyla ortaya çıkar. Solomon Asch’in (1955) klasik deneylerinde de gösterildiği gibi, birey çoğunluğun görüşüne açıkça katılmasa bile, sırf dışlanmamak için o görüşe uyum gösterebilir (Asch, 1955).
Dijital ortamlarda bu etki, yalnızca fiziksel çevrede değil, tüm çevrimiçi varlığımızda kendini gösterir. Çevrimiçi olmak bir tercih değil, bir varoluş biçimi hâline gelmiştir. Ancak bu varoluşun biçimi de görünmez kurallara tabidir.
Bu kuralların en keskin biçimde ortaya çıktığı anlar ise, toplumun ortak bir tepki, dayanışma veya direniş gösterdiği kriz anlarıdır. Doğal afetler, kadın cinayetleri, sokak hayvanları konusu, insan hakları ihlalleri ya da politik gerilimler gibi olaylarda dijital ortamlar adeta bir kamusal vicdan alanına dönüşür. Bu anlarda sosyalmedya üzerinden yapılan paylaşımlar, sadece bilgi vermekle kalmaz; aynı zamanda “taraf belirtmek” , “saf tutmak” ya da “vicdanını göstermek” anlamı taşır.
Ancak tam da bu noktada, sessizlik dikkat çekici bir hal alır. Birey ya da kamusal figür paylaşım yapmadığında, bu sessizlik bir “seçim” olarak okunur. Bu okumayla birlikte normatif baskı yeniden devreye girer:
“Biz burada bir aradayız, peki sen neden sessizsin?”
Son yıllarda Türkiye’de ve dünyada yaşanan birçok toplumsal olayda, bu dinamik açıkça gözlemlenmiştir. Bazı sanatçılar, kanaat önderleri ya da sosyal medya fenomenleri yaşanan önemli olaylarla ilgili herhangi bir yorumda bulunmadıklarında, takipçileri tarafından yalnızca sessizlikleri nedeniyle eleştirilmiş, hatta dışlanmışlardır. Bu noktada sessiz kalmak, pasif bir duruş değil; sosyal normdan sapmak olarak değerlendirilmiştir.
Bu baskı yalnızca kamusal figürlere değil, sıradan bireylere de yöneliktir. Yine de bu durum özellikle kendisini ağırlıkı olarak sosyal medyada ifade eden tanınmış bireyler için elbette daha da kritik önem taşıyacaktır.
Normatif baskının bizi nasıl şekillendirebildiğine dair en vurucu örnekleri son dönemde hep birlikte yaşadık. Bazı kamusal aktörler sessizliğinin sonucu gösterilen tepki ve kitlelerin bu kişilere yönelttiği ciddi baskı sonucu sosyal medya platformlarında yer alan milyonlarca takipçili hesaplarını kapattı. Kimi kullanıcılar sessizliğinin bedelini takipçi kaybederek öderken kimileri de duruşlarıyla ve söyledikleriyle, birlikte hareket ettikleri kitlenin bir parçası olan birer toplumsal figür haline gelip, bu platformlarda daha görünür ve ortak vicdanın onayını almış figürlere dönüştü.
Bu yaşanan güncel örneklerden de anladığımız üzere; Bireyin ya da toplumsal bir figürün, toplumsal bir olay karşısında sessiz kalması ya da konuşması, sosyal gruplar içinde “bizden değil” ya da tam tersi bir şekilde bu kişi “bizden birisi” hissi uyandırırarak onun toplumdaki konumunu belirleyebilir. Böylece kişilerin sadece sosyal medyada görünür olması yetmez “doğru biçimde” görünür olması da beklenir.
Normatif baskı artık yalnızca söylediklerimizle değil, söylemediklerimizle de kimliğimizi biçimlendiriyor. Sessizlik, bu bağlamda tarafsızlık değil, bazen bir norm ihlali, bazen de bir sosyal sapma olarak algılanabiliyor.
Sosyal Onayın Peşinde: Beğeni, Görünürlük ve Psikolojik Bağlılık
Sosyal onay, bireyin ait hissetme ve kabul görme ihtiyacının temel bir yansımasıdır. Gündelik hayatın her alanında olduğu gibi dijital dünyada da insanlar bu ihtiyacı karşılamak ister.
Beğeni almak, gönderilere yorum yapılması ya da takipçi sayısının artması gibi etkileşimler, dijital ortamda bireyin “var olduğu” hissini güçlendirir. Bu görünürlük, yalnızca başkalarına ulaşma anlamına gelmez; aynı zamanda bireyin kendi değerini tanımlama biçimi hâline de gelir.
Bu durum, sosyal psikolojide bireyin Benlik sunumu (Self-presentation) ihtiyacı ile yakından ilişkilidir. Sosyal medya, bireyin kendini nasıl göstermek istediğini seçtiği, bu sunumun karşılığını da doğrudan ölçebildiği bir sahneye dönüşür. Gönderilen bir fotoğraf ya da yazılan bir düşünce, aldığı tepkilerle birlikte bireyin sosyal değerini belirleyen işaretler hâline gelir.
Ancak bu karşılıklılık döngüsü zamanla bağlılık ve bağımlılık hissi doğurabilir. Her yeni paylaşım, bir öncekiyle kıyaslanır; etkileşim sayısı “başarının”göstergesine dönüşür. Bu durumda birey, paylaşmayı bıraktığında değil, görünmez olduğunda endişe duymaya başlar.
Görünürlük artık sadece sosyal medyada aktif olmak değil, doğru biçimde görünür olmaktır. Ve bu görünürlük ihtiyacı, bir zaman sonra bireyin çevrimiçi varlığını sürdürmesinin başlıca nedeni hâline gelir.
Kaybetme Korkusu: Hayatı Kaçırma Korkusu (FOMO-fear of missing out)
Bir şeyleri kaçırıyor olma hissi modern insanın en güçlü deneyimlerinden birisidir. Sosyal medyada geçirilen zamanın önemli bir kısmı, yalnızca içerik tüketmek için değil, bir şeyleri “kaçırmamak” için harcanır. Birey, ekranın başında kalmadığında bir haberden, bir sohbete katılma fırsatından ya da sosyal çevresinin bir parçası olma ihtimalinden mahrum kaldığını düşünür.
Bu duygu, sosyal psikolojide “Hayatı Kaçırma Korkusu” olarak bilinir. İngilizce literatürdeki adıyla Fear of Missing Out (FOMO), bireyin başkalarının yaşadığı deneyimlere sürekli maruz kalması sonucu kendisinin dışarıda kaldığına dair bir algı geliştirmesiyle açıklanır (Przybylski, Murayama, DeHaan, & Gladwell, 2013). FOMO, yalnızca bir eksiklik duygusu değil, aynı zamanda sosyal dışlanma – dışında kalma kaygısıyla da ilişkilidir.
Bu durum özellikle sosyal medyanın 7/24 açık olduğu bir dünyada daha baskın hale gelir. Kişi, çevrimdışı kaldığında yalnızca içerikleri kaçırmaktan değil, sosyal grupların dışına düşmekten de endişe duyar. Özellikle genç bireyler, arkadaş çevrelerinin yer aldığı platformlarda aktif kalmazlarsa, iletişimde geride kalacaklarına inanırlar.
FOMO, bireyin dijital ortamla kurduğu ilişkinin niteliğini değiştirir. Sosyal medya kullanımı, keyifli bir etkileşim alanı olmaktan çıkar; bir tür sosyal zorunluluğa dönüşür. Birey artık bir şeyleri takip etmek için değil, geride kalmamak için çevrimiçidir.
Bu durum, ekran başında geçirilen sürenin artmasına neden olurken, aynı zamanda kişinin zihinsel yükünü ve kaygı düzeyini de artırabilir. FOMO’nun baskısıyla yaşanan bu sürekli çevrimiçi kalma hali, bireyin anı yaşamaktan çok, “başkalarının anına yetişmeye” odaklanmasına yol açar.
Kıyaslama Döngüsü: Kendi Hayatımızdan Uzaklaşmak
Dijital platformlarda gezinirken gözümüz sürekli başkalarının hayatlarına takılır. Tatil fotoğrafları, başarı hikâyeleri, ilişki paylaşımları ya da “günüm böyle geçti” içerikleri… Bu görüntülerin çoğu, yalnızca bir anın değil, seçilmiş ve filtrelenmiş bir gerçekliğin parçasıdır. Ancak bu içeriklere tekrar tekrar maruz kalan birey, zamanla kendi hayatını bu görüntülerle kıyaslamaya başlar.
Leon Festinger’ın geliştirdiği Sosyal Karşılaştırma Kuramı (Social Comparison Theory, 1954), bireylerin kendilerini değerlendirmek ve anlamlandırmak için başkalarıyla karşılaştırma eğiliminde olduklarını öne sürer (Festinger, 1954). Bu karşılaştırmalar dijital ortamda çok daha yoğun ve hızlı biçimde gerçekleşir.
İki temel karşılaştırma türü vardır:
• Yukarı Yönlü Sosyal Karşılaştırma (Upward Comparison):
Birey, kendisinden daha başarılı, daha mutlu ya da daha “iyi” gördüğü kişilere bakar. Bu karşılaştırma bazen ilham verici olabilir; ancak çoğu zaman yetersizlik duygusunu tetikler. “Ben neden onun kadar üretken değilim?”, “Ben neden onun kadar gezemiyorum?” gibi iç konuşmalar sıklaşır. Zamanla birey, kendi hayatının değerini sorgulamaya başlar.
• Aşağı Yönlü Sosyal Karşılaştırma (Downward Comparison):
Birey, kendisinden daha zor durumda olduğunu düşündüğü kişilere odaklanarak kısa süreli bir rahatlama hisseder. Ancak bu tür karşılaştırmalar uzun vadede empatiyi azaltabilir ve gerçekçi olmayan bir üstünlük hissi yaratabilir.
Sosyal medya, bu iki karşılaştırma biçimini neredeyse sürekli kılar. Kullanıcılar, günlerinin sıradan bir anında bile başkalarının olağanüstü görünümlerine maruz kalabilir. Bu da, bireyin kendi hayatına dair memnuniyetini ve gerçekliğini bozabilir.
Giderek artan bu kıyaslama döngüsü, bireyin dikkatini dış dünyaya yönlendirirken, kendi iç dünyasından ve gerçek deneyimlerinden uzaklaştırır. Birey, artık ne hissettiğini değil, başkalarının ne yaşadığını merak eder hâle gelir.
Yalnızlık Döngüsü ve Farkındalığın İlk Adımı
Ekranlar başlangıçta bizi birbirimize yaklaştırdı. Uzakta olan arkadaşlarla bağ kurduk, paylaşmak kolaylaştı, haberdar olmak sıradanlaştı. Ancak zamanla bu bağlar, görünmez bir ağın içine dolandı. Görünür olmak zorunda kalmak, paylaşmak zorunda hissetmek, geride kalmamak için çevrimiçi kalmak… Tüm bu baskılar bizi yalnızca ekran başına çekmedi giderek içimize kapandık.
Yalnızlık, bu döngünün en sessiz sonucudur. Kimse tarafından dayatılmaz, açıklanmaz, bazen fark edilmez bile. Ama günün sonunda bireyin içini dolduran duygudur. Sosyal onay arayışıyla başlayan süreç, kıyaslama döngüsüyle beslenir, normlara uyum baskısıyla şekillenir ve geride kalma korkusuyla yoğunlaşır. Bu süreç, dışarıdan bakıldığında “aktif bir sosyal yaşam” gibi görünür; ama içeride derin bir sosyal izolasyon yaratır.
Sosyolog ve teknoloji felsefecisi Sherry Turkle’ın dediği gibi, “Birlikteyiz, ama yalnızız (Turkle, 2015).”
John Cacioppo’nun araştırmaları ise yalnızlığın zihinsel ve fiziksel sağlığımız üzerindeki etkilerinin, sigara içmek kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyor (Cacioppo & Patrick, 2008).
Ancak bu yalnızlık biçimi bildiklerimizden biraz farklı. Bizi izleyen ama bizi duymayan yüzlerce kişiyle “bağlantıda” olduğumuz bir yalnızlık.
Bu döngü, çoğu zaman yavaş ilerler. Bir sabah uyanırsın, hiçbir şeyin eksik olmadığını düşünürsün; ama günün sonunda neden bu kadar tükenmiş hissettiğini tam olarak açıklayamazsın. Belki de bir bildirim sesi gelmediği için. Belki de görünmediğin için.
Ama bu döngüyü kırmak mümkün. İlk adım, bu görünmez yapıyı fark etmek.
Bu ekrana neden bakıyorum?
Bilgi için mi?
Görünmek için mi?
Yoksa sadece dışarıda kalmamak için mi?
Bazen kendimize yönelttiğimiz doğru bir soru, bu görünmez zincirleri fark etmenin ilk adımı olabilir.
Ve belki de, yalnızca bir günlüğüne ekrana ara vermek, bu zincirin ilk halkasını çözmenin yoludur.
Yeni bir yazıda görüşmek dileğiyle…
Kaynakça
- Andreassen, C. S., Pallesen, S., & Griffiths, M. D. (2017). The relationship between addictive use of social media, narcissism, and self-esteem: Findings from a large national survey. Addictive Behaviors, 64, 287–293. https://doi.org/10.1016/j.addbeh.2016.03.006
- Asch, S. E. (1955). Opinions and social pressure. Scientific American, 193(5), 31–35.
- Cacioppo, J. T., & Patrick, W . (2008). Loneliness: Human nature and the need for social connection. W . W . Norton & Company.
- Festinger, L. (1954). A theory of social comparison processes. Human Relations, 7(2), 117–140. https://doi.org/10.1177/001872675400700202
- Goffman, E. (1959). The presentation of self in everyday life. Anchor Books.
- Przybylski, A. K., Murayama, K., DeHaan, C. R., & Gladwell, V . (2013). Motivational, emotional,and behavioral correlates of fear of missing out. Computers in Human Behavior, 29(4),1841–1848. https://doi.org/10.1016/j.chb.2013.02.014
- Snyder, M. (1974). Self-monitoring of expressive behavior. Journal of Personality and Social Psychology, 30(4), 526–537.
- Turkle, S. (2015). Reclaiming conversation: The power of talk in a digital age. Penguin Press.